8 Haziran 2015 Pazartesi

FEMİNİZM NEDİR?

a. Feminizmin Tanımı:

    Feminizm, cinslerin eşitliği kuramına dayanan ve kadınlara eşit haklar isteyen bir akımdır. Bu akım, insanlığın yarısını oluşturan bir demografik grubun ve uygarlık tarihi boyunca hep ikincil konumda yaşamak zorunda kalan kadınların bu durumdan kurtuluş hareketinin öğretisidir.
   Andree Michel'e göre, feminizm sözcüğü, ''Kadınların toplum içindeki rol ve haklarını genişletmeyi öngören bir öğretiyi'' dile getirmektedir.



  Daha kadınlarımızın bir çoğu, feminizm kavramını duymamış ya da duysa da ne ifade ettiğini anlamayacak bir kadınlık durumu içinde bulundukları halde, feminizm ülkemizde son yılların en sıcak konularındna olmayı sürdürmektedir.

  Batı'daki oluşuma koşut bir biçimde bizim de Eşitlikçi (ya da liberal) feministlerimiz, Sosyalist feministlerimiz, Radikal feministlerimiz ayrıca buna ek ve Batı'ya nisbet, Türbanlı feministlerimiz var. Gerçi Eşitlikçi feministlerimiz, feminizm sözcüğü konusunda çok çekimser davranıyor ve kendilerine feminist denmesini istemiyor, ama eğer feminizm kadınların toplum içindeki yer ve haklarını genişletmeyi öngören bir öğreti ve bu amaçla gerçekleştirilen eylemler dizisi ise Türkiye'de Atatürk Devrimi'nin kadınlara tanıdığı hakları savunan, koruyan, daha da geliştirme işlevini üstlenen tüm kadın derneklerinin üyeleri, kendileri bunu kabul etmeseler de eşitlikçi (ya da liberal) feministtir.

     Ülkemizde Eşitlikçi feministler, orta ve üst sınıfın çok iyi öğrenim görmüş seçkin ve simge kadınları olarak sürekli eleştirilmişlerdir. Ne var ki feminizmin dünyadaki gelişmesine bir göz attığımızda, tarihsel perspektif içinde hep bu tür seçkin ve simge kadınların, toplumlarında feminizm öncülüğünü üstlendiklerini görürüz.

     Nitekim, bizde de daha Meşrutiyet'ten itibaren burjuva feministlerin kadınların eğitim olanaklarından eşit şekilde yararlanmaları konusunda ve Cumhuriyet'le birlikte kazandıkları yeni hukuksal statüye sahip çıkma, meslek seçme hakkını elde etme konusunda, öncü çalışmaları olmuştur. Kısacası onlar, ''kadınlar genelde varolan sistem ve yapılar içinde nasıl daha eşit bir konuma kavuşabilirler?'' sorusundan hareketle küçük baskı grupları oluşturup eşit hak bildirgeleri ve hukuksal değişiklikler için çaba göstermişlerdir.

    Sosyalist feministler, Marksist geleneğe bağlı kalarak, kadının ezilmesini özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkmış bir durum olarak görmekte; kadınların kurtuluşunu, özgürlüğe kavuşmalarını, özel mülkiyetin kalkması koşuluna bağlamaktadırlar. Onlara göre eşitlik, ancak toplumlardaki devrimci dönüşümlerle bağlantı içinde söz konusu olabilir. Bu yüzden, düzen değişikliği için savaşılmalıdır.

    Radikal feministlere gelince, onlar Eşitlikçi feministleri ve Sosyalist feministleri bu davada başarısız buldukları için daha köktenci bir yöntemi benimsemekte ve kadınların kurtuluşunu kabaca ''tüm kadınların, tüm erkeklere karşı ayaklanmasında'' görmektedir.

    Türbanlı feministler, fuhuşa, dayağa, genelevlerin kurumlaşmasına, kocalarının soyadını taşımaya karşı çıktıkları halde, ''Kadınların haklarını savunmanın feminist olmak anlamına gelmediğini'' öne sürmekte ve feminizmin Batı'da doğmuş olmasına duydukları ajerjiyi ''Biz doğulu müslüman kadınlar olarak, kendi mücadelemizi veririz. Aramızda benzeşme yoktur.'' şeklinde dile getirmektedirler. onlara bugün geleneksel ailede yaşanan sorunlardan İslam sorunlu değildir. Dinle ilgisi olmayan ulusal, kültürel, yerel değerlerin dinle karışması sonucu, kadın yüzyıllar boyu ezilegelmiştir.

     Görüldüğü gibi ülkemizde kadın sorunlarına değişik açılardan bakan kesimler, henüz bir temel terminolojiye ve ortak paydalara sahip değildir. Eşitlikçi feministler ve türbanlı feministler, içine düşmüş oldukları kavram kargaşası ve ideolojik nedneler yüzünden, feminizmi yadsımaktadır. Eşitlikçi feministlerin korkusu sosyalist ya da radikal görünmek;  türbanlı feministlerin kaygısı ise islama ters düşmektir. bu her iki kesim de kadınların kurutluşu hareketinin siyasal platform içinde bir savaşımın adı olduğunu görmezlikten gelmektedir.



mini kaynakça:
Necla Arat

6 Şubat 2015 Cuma

Virginia Woolf'un Odasına Yolculuk

''Kendine Ait Bir Oda'', Woolf'un 1928'de yazdığı bir metin. Virginia Woolf, bir işçi partisi üyesi; 1. Dalga Kadın Kurtuluş Hareketi'nin sufrajet hareketin bir üyesi; yazar ve sanat eleştirmeni. Ona, kadınların erkekler tarafından ezilen ayrı ve özgül bir toplumsal grup olduğunu kabul etmeyenler tarafından sıkça sorulan bir soru vardı: ''Madem ki erkekler ve kadınlar arasında eşit haklar talep ediyosunuz, o zaman kadınlar ve erkeklerin eşit insani potansiyallere sahip olduğunu varsayıyorsunuz. Madem öyle neden bir tane bile kadın Shakespeare, Hamlet veya Hegel çıkmadı?''  Virginia Woolf, William Shakespeare'in Judith Shakespeare adında hayali bir kız kardeşi olduğunu varsayarak, 1928'de yazdığı ''Kendine Ait Bir Oda'da bu soruya cevap veriyor. Judith'in, en az William kadar yetenekli olmasına rağmen, 16. yüzyılda erkek olan Shakespeare gibi evini terk ederek, Londra'ya kaçarak, bir tiyatroda seyislik yaparak, oyun yazmak için mücadele ederek oyun yazarı olamayacağını anlatıyor. 16. yüzyılda bir kadın 20 yaşından gençken zorla evlendirilirdi, insanlarda yazı yazmasına zaten gülerdi, evinden kaçsa bile Londra'ya asla varamazdı, varsa bile hiçbir tiyatro sahibi onu en ufak biçimde ciddiye almazdı. Metnin sadece bir bölümü olan bu kısımda eleştirilen cinsiyetçi bakış, bugün de bizi etkilemekte. ''Madem ki kadınlar bu kadar yetenekli niye kadın siyasetçiler bu kadar az?''  sorusu bize hala sorulmakta. Metnin önemi yalnızca bu cinsiyetçi klişeye cevap vermesinden dolayı değil, 1. Dalga kadın Kurtuluş hareketinin ortaya attığı kimi sorularla çok dolaysız ilişkiler kurmasından da kaynaklanıyor.

  Oysa 1870'lerde kadınların insanlığın parçası olup olmadığı tartışılıyordu! Ve hatta olmadığını iddia eden taraflarda vardı! Bir örnek vereyim:

 1. Dalga Feminist Hareketi'nin üyelerinden Susan B. Anthony oy kullanmaya gidiyor. Çünkü onun yaşadığı eyalaette belli bir yaşın üzerinde, mülkü olan ve köle olmayan her insan oy kullanabiliyor. O da kendisinin böyle bir insan olduğu gerçeğine dayanarak oy kullanabileceğine inanıyor. Ancak mahkeme ona soruyor: ''Sen insan mısın?''  Bu mahkemenin ardından kamuoyunda bir tartışma başlıyor; toplum Susan B. Anthony'nin şahsında kadınların insan olup olmadığını tartışıyor. Ve hakikatten de toplumun bir bölümü kadınların garabet, eksik ve hayvanla insna arasında bir yaratık olduğunu ''bilimsel'' bir şekilde açıklıyor. Onun yani kadınların insan olduğunu iddia eden diğer toplumsal kesitse bunu çok mahçup bir biçimde yapıyor. Bu noktada günümüzde ilerleme var tabii! Fakat siyasete eşit katılımda sorunlar sürüyor. Esasında o dönemin tüm sorun alanları bazen çok benzeyen bazense farklılaşmış bir biçimde bugün de sürüyor. Okuma-yazma meselesi, son sürat devam ediyor halen, mesela. Virginia Woolf da bund
an bahsediyor. ''Biz kadınlarkendimize dönersek, inanılmaz bir biçimde cahiliz, kendimizi geliştirmek için çabalamıyoruz, durumu kabul etmiş bir haldeyiz ve bu utanç verici'' diyor. Bugün imkanlarımızın daha fazlaolduğu halde varlığını hala koruyan bir sorun bu. Hatta yazı ve teori, genel kabule göre hala erkeklerin egemenlik alanı; biz kadınlar o alana girerken inanılmaz biçimde zorlanıyoruz. Bunda şüphesiz, kadınların da genellikle kendi öznelliklerini kurarken teori, akıl, fikir alanından kaçarak kurdukları meselesi var. Bu durum kadınlara dayatılan öznellik biçimlerinin bir sonucu bir yandan ama bir yandan da feminist hareketin kimi unsurları tarafından dahi tuhaf ve muğlak bir ''kadın tarzı'' yaklaşımıyla bir nevi destekleniyor.