29 Temmuz 2014 Salı

ZAMAN TÜNELİNDE KADIN

       Kasımdı sanırım. O zamanların tabiriyle orta ikiye gidiyorum, okulum evime çok yakın yaklaşık on beş dakikalık bir yürüme mesafesinde ve ilkbaharda buram buram akasya kokulu. Hangi gündü hatırlamıyorum, ama bir günün ilk saatinde gazete haberlerini okuyup, ikişer dakika yorum yapıyorduk. Yol üstündeki gazete bayisinden son gazeteyi kapıp koşa koşa yetiştim. (Her sabah olduğu gibi geç kalıp  beş dakika tek ayak üstünde bekleme koşuluyla yerime oturabildim.) Onlar başlamıştı derse, sıranın bana yaklaşması an meselesi. Stres…
   Sayfaları karıştırmaya başladım. Sonra bir cinayet haberi… Bir kadın ve artık bizimle değil. Onunla birlikte ikiz bebeği de. İki polisin yanında giden kel, zayıf, kocaman kulakları olan bir adam. Kadınında vesikalık bir fotoğrafı, diğer fotoğrafta ikiz bebekleri var yanında. Üç fotoğraf, on iki bıçak darbesi. Benimde yaşım 12! Sonra ağlamıştım. Ne ahmakça. Öğretmenim beni ayağa kaldırdığında ve ne düşündüğümü sorduğunda tek kelime edemeden nefesimin kesilişine eşlik eden arkadaşlarımın kahkahalarını hatırlıyorum sadece. Ders bitti. Diğeri de. Eve dönerken bir kaplumbağa ile karşılaşsam yüksek ihtimal beni geçerdi. Akasya kokularından değil, hem kasımda akasya kokusu mu olurmuş?  O gün eve gittiğimde sürekli o kadını düşünmüştüm, bebeklerini. O an neler yaşayabileceğini ve en önemlisi hislerini. Hala hissedebiliyorum, yüzerken bacağına kramp girer ya aynen öyle, ama bu kez kalbinde. Bu haber yemin ediyorum deprem etkisi yarattı bende. Ertesi gün her okul dönüşü gazete alıp geliyordum, benzer haberleri kesip ajandama yapıştırıyordum. Ölen kadınlar, tutuklanan adam(!)lar..  Uzun süre böyle devam etti. Ardından bir blog açtım. Başlangıçta bambaşka konularda yazarken bir pazar kahvaltısında benzer bir hikaye ile tekrar karşılaştım. Birden o az önce bahsettiğim krampı tekrar hissettim. Yıllar sonra gelen haber, beni yıllar öncesine gönderdi. Yıllardır sorduğum soruya hala bir cevap veremediğimi fark ettim, neden böyle? Başım çatlayana kadar düşündüm. Kalemi kağıdı alıp şunları yazdım.

     İlk zamanlardan bu yana birkaç anaerkil kabile dışında kadına hep ikinci sınıf insan konumu uygun görüldü. Mülkiyetin kişisel bir kudret sembolü haline gelişiyle birlikte, kadınlar da, elde edilmek için savaşılan, biriktirilen, elde tutulan ve değiş tokuş edilen zenginlik nesneleri konumuna dönüştüler.Daha bağlayıcı dinsel geleneklerin çoktanrılı puta tapıcılığın yerini almasıyla birlikte, kadının “insandan aşağı doğası”, kutsal yasalar tarafından da onandı. Üç büyük din bir konuda aynı görüşü paylaştı. Erkek üstünlüğünün sağlam duvarlarındaki ilk çatlaklar 19.yy ortalarında belirmeye başladı.İngiltere ve ardından tüm Avrupa’da baş gösteren sanayi devrimi kaba kuvvete olan ihtiyacı duraklatmış, böylece daha az maliyetle çalıştırılıp sanayicilere büyük kar sağlayan çocuklar ve kadınlar makine başlarındaki yerlerini almışlardır. Kadının diğer bir tabir ile ‘insanlaşma’ süreci kolay bir süreç değildir. İşveren tarafından ucuz iş gücü olarak görülmüş kadın, ‘kanından kaynaklı, biyolojik etmenlerden dolayı, kadının doğasından ötürü” gibi abuk subuk gerekçelerle çeşitli görevlere, sorumluluklara, ‘doğasından kaynaklanan’ iş yükümlülüklerine tabi tutulmuş, mahkum edilmiştir. Kapitalist toplumda kadın iki defa sömürülmektedir; ilki sermaye tarafından emeğinin karşılığını alamayarak yaşadığı sömürüdür, ikincisi ise, eşinin yine sermayeye dayalı bir şekilde aile hayatında yaşattığı sömürüdür.Kapitalist aile içinde erkek burjuva, kadın ise proleterdir.Kadına karşı şiddet dünyada en yaygın suç olmasına karşın, en az cezalandırılandır. Kadınların aile ve toplum içinde töre cinayetlerine, tecavüzlere, eğitimsizliğe, sağlıksız geleneklere (kadın sünneti vb.), psikolojik şiddetlere, emekten uzak tutularak ev mahkumiyetine maruz kalmaktadır. Dünya genelinde çeşitli yasaların yürürlükte yerlerini alması, bu konuyla ilgili kurum ve kuruluşların sayılarının gün geçtikçe yükselir bir periyotta seyretmesi ile kadın, küf tutmuş beyinlerin ona yaftaladığı imajı derisinden sıyırmış ve bu kez bambaşka bir imaj ile günümüze ulaşmıştır.Elbette medya, bu konuda bir terzi olmuştur. Kadın ve kadınlık üzerine dizayn ettiği iyi ya da kötü her rol, öyle ya da böyle (subliminal vb.) yöntemlerle takipçi kesiminin zihnine cuk diye oturtturmuştur.    Kadın imajı genellikle erkek mülkiyetiyle açıklanmış bir alanda yer alır. Çevremizi kuşatan reklamlar, haberler, öyle ki masallar bile hep erkeklerin bakış açılarıyla ele alınmış ve toplumun değerleriyle donatılmıştır. Fedakar, sadık eş, cennet ayağının altındaki kutsal, anne, kardeş gibi konumunun vurgulanması geleneksel kadının rollerinin pekiştirilmesi sürecini hızlandırmaktadır. Diğer bir durum ise kadınların cinsellikleriyle var olmalarıdır. Kadının cinsel kimliği ön plana çıkarılmakta ve kadının yeniden yarattığı imajın tezat örnekleriyle piyasada yer almaya başlamakta, böylece kadın adına negatif olan bu durum arttırılmaktadır. Geçmişten günümüze kadına zorla yapıştırılmış görevler devamlılığını halen sürdürmekte, buna medyada oldukça geniş bir şekilde yer verilmektedir.     Kadın evde leke çıkaran, çamaşır bulaşık yıkayan, banyoyu parlatan, yemekleri yapan, çocuklara bakan adeta bir köledir ve bunlarla ilgili bütün reklamlarda yine baş aktör kadındır.Hatta öyle ki xxx markalı bir deterjanın reklam filminde per perişan tüm hayat enerjisini tezgahtaki lekeye adamış bir kadının ‘ovalıyorum ovalıyorum çıkmıyor!’ isyanına yetişen bile erkek formunda tasarlanmış deterjan sı*an adamdır. Bir gelir kadının tüm derdi biter.Eve aniden yapılan baskınlar, saçları kurumuş ve takvimi tutmayıp da amansız regl olan ardından mutlu mesut ortalarda cirit atan genç kızlar, üstüne leke dökülünce ‘ akıllı kadınım ayol xxx kullanıyorum ben” modundaki ablalar, ki hatta bunun daha önceki versiyonu olan çantasında çamaşır suyu taşıyan Ayşe Teyzemiz, mavi önlükle her makinesi bozulan kadına elinde kireç tutmuş rezistanslarla koşan amcalar ve ardından yükselen ‘tamburum gıcır gıcır’ nidaları… Aslında hepsi oyunun bir parçası!
     Bu yazımı destekleyecek örnek görsellerle birlikte yazarı olduğum dergiye gönderdim. Yayınlandığı günün akşamı tepkiler aldım. Şaşırmadım, kadının bile kadın haklarını gereksiz gördüğü dünyada yazıma olumsuz eleştiriler gelmiş olması olasıydı. Aslında ne sandıkları gibi feministtim ne de erkek düşmanı. Aslında mesela feministlik değildi, tüm mesela kadınların ölmemesi ve hep gülmesiydi. Susan Afgan kadınlarının susmaması, yılbaşında Taksime çıkamayan kadınların çıkması, gece ikiden sonra Ardahan’da bir kadının kendi sokağında yürüyebilmesi, beş gün boyunca tecavüze uğrayan ve sonunda intihar edilmesi istenen La Bibi’nin yaşamasıydı, bir kadının vücudunu nasıl kullanacağını ve bir kadının vücudunun nelere mecbur bırakılacağının belirlenemeyeceği, bir kadının çığlığının duyulduğu anda önce ‘müslüman mı?’ ya da ‘eşcinsel mi?’ sorularına maruz bırakılmadan sadece hümanist değelerle yola çıkılması, en güvenli yerinde evinde, en güvendiği adam tarafından vahşice katledilmemesi, iş yerinde tacize uğramaması, acı çeken kadınların yaralarının sarılmasıydı. Sarılıp bir daha gülümseyebilmeleri. Dünyalarına tekrar çiçekler dikebilmeleri...Yani, cinsiyet ayrımcılığına karşı bir mücadelem vardı sadece. Daha sonra küçücük dünyamda kocaman bir mücadele başlattım! Bende bir kadınım ve bir şeyler yapmalıyım! Çünkü bizi ucunda nokta kadar aydınlık göremediğimiz tünellere mahkum etmeye çalışıyorlar. Özgürlüklerimiz kısıtlanıyor, her gün yüzlerce kadının işine belirsiz nedenlerden son verilip, sosyal hayatta önüne barikatlar kuruluyor.

     Size geçmişten günümüze kadından bahsetmiştim ya şimdide bizim gibi kadınlardan bahsedeceğim. Çünkü ben sadece bunu biliyorum. Risk alanları, bir yandan hayatla bir yandan aşkla mücadeleye girişmişleri, çocuklarını doyurup topukluyla işe gidenleri, kafalarındaki hayallerle yaşayanları, o hayalleri gerçekleştirecek gücü kendilerinde bulanları, gittiği her yere sevgi götürenleri, sıcacık gülümsemesi olanları, gece kaygıdan gözüne uyku girmese de sabaha kocaman gözlerini yollara dikenleri, takdir edilse de edilmese de doğru bildiği yoldan dönmeyenleri, bir fikrin bir inadın bir iddianın peşinden yorulmadan koşanları. Bu kadınlar benim kahramanlarım diğer tüm kadınlar ile birlikte.
  Tüm o tünellere de eyvallah! 

20 Haziran 2014 Cuma

BİR ÇOCUĞA BUNU NEDEN YAPTINIZ?

Haberi okuduğum anda kalkıp hemen yeni bir blog açtım. Vicdanımı susturmaya yeter mi bilmiyorum. Sadece küçük şeylerle mutlu olmayı bilmeyen metropol insanlarının bu haberi duymasını istedim, 7 yaşındaki o çocuktan özür dilemek istedim. 17,5 liralık bir fotokopi borcu için bir aile ve 7 yaşındaki çocuğun mağdur edilmesi sosyal devlet anlayışıyla ne kadar örtüşür, düşünün istedim.

 Olay İzmir'in Çimentepe semtindeki Başöğretmen İlkokulundan. Mardin'de yaşarken ekonomik sorunlar nedeniyle İzmir'e gelmiş, geçimini bir hastanede asgari ücretle işçilik yaparak sağlayan bir babanın iddialarına göre; ilk dönem karnelerini alan öğrencilerin ikinci dönem ders notları fotokopi olarak dağıtıldı ve sınıf öğretmeni tarafından ödeme yapmayan öğrencilerin yıl sonu karnelerini alamayacaklarını belirtildi. Ekonomik zorluklar yaşadığını belirten veli ücretin altında bir tutar verdiyse de kabul edilmedi. Sonuç olarak 7 yaşındaki ilköğretim öğrencisi karne günü bir kenarda arkadaşlarını sessizce izledi. 

Abdullah uzun saatler kapıda bekledikten sonra babasına neden karne alamadığını sormuş. Babası durumu izah edemeyeceğini düşünüp, karnesinin kaybolduğunu söylemiş. Olayın basında duyulmasının hemen ardından okul yönetimi karneyi vermek istese de her şey için çok geçti. Karneyi verseler de Abdullah'a bunu kendileri açıklayabilir miydi? O küçük çocuktan gözlerine bakarak özür dileyebilirler miydi? Ömrü boyunca unutmayacağı bu olayı hafızasından silebilecekler miydi? Peki ya babanın duygularını telafi edebilecekler miydi?  Milli Eğitim Bakanlığınca daha önce yapılan bir açıklamada velilerden karne parası, bağış ve benzeri hiçbir gerekçeyle para istenmeyeceği belirtilmiş ve her ne koşulda olursun öğrencilere karnelerinin verileceği ifade edilmiş olmasına rağmen sadece 17. 5 liralık fotokopi borcu için ailenin ve çocuğun mağdur edilmesi sosyal devlet ilkesiyle örtüşmekte midir? Öğretmenin iddialarına göre Abdullah öğrenme zorluğu çekiyor- muş, bu nedenle velisiyle konuşmak istemiş, o nedenle bekletmiş(!) Hangi delillerle savunuluyor, neye dayanılarak söyleniyor? Zira böyle bir olay varsa neden karne günü bekleniliyor? O halde bu olanlar karnenin neden verilmediğini izah etmekte yetiyor mu? Bir ilkokul öğretmeni nasıl böylesine acımasız oluyor? Bu ülke çocuklarından ne istiyor? O okulun yönetiminden, öğretmenine, velilerinden haberde Abdullah'ın fotoğrafına sansürsüz yer veren basın mensuplarına kadar kötüsünüz. 

O kadar acınası bir ülke oluyoruz ki, nefes almaktan korkuyorum. Metrobüste engelliler için ayrılmış yerde oturan adamların engelleri birini gördüğü halde yer vermemesi gibi, sokak ortasında yaşanan vahşetlere ses çıkarmadan geçip gidilmesi gibi, insanların insan olmaktan bile önce bencil olması gibi, masumların tek tek yok olduğu ve böylesine kötü böylesine çirkin insanlarla baş başa kaldığımızda ''insanlık ölmüş!'' dediğimiz gibi. Yolda, alışverişte hatta apartmanda yüzünüze gülümseyenden korkar oldunuz, size yapılan en ufak bir yardımdan şüphe duyup, karşılık beklemesinden korktunuz. Öyle ki her şeyi çıkar ilişkisine oturttup, menfaatlerinizi sıvazladınız, egolarınız koltuklarınızdan taşıyor ve siz sürekli daha fazlası için yaşıyorsunuz. Daha fazla büyümek için, daha fazla servet için, daha fazla şaşa, gösteriş için. Çocukların başını okşamayacak kadar çekildi duygularınız, senin adın ne demeye korkuyorsunuz, bir şeyi karşılıksız severseniz bahçenizin yeşermesinden korkuyorsunuz, kuş seslerini duymayacak kadar sağır, her gün doğan güneşin nasıl bir mucize olduğunu oturup düşünemeyecek, uçurtma uçuramayacak, bir kitap okuyamayacak, bi çiçek sulayamayacak kadar meşguldünüz. O yüzden insanlık size hiç ulaşamadı. Hiç durup da bir köpeği sevmemiş kadar kötüsünüz. Bir kuşun, bir bulutun nasıl da geçip gittiğini izlememiş kadar  kötüsünüz. Yıllarca gülmemiş, güldürmemiş kadar kötüsünüz.