''Kendine Ait Bir Oda'', Woolf'un 1928'de yazdığı bir metin. Virginia Woolf, bir işçi partisi üyesi; 1. Dalga Kadın Kurtuluş Hareketi'nin sufrajet hareketin bir üyesi; yazar ve sanat eleştirmeni. Ona, kadınların erkekler tarafından ezilen ayrı ve özgül bir toplumsal grup olduğunu kabul etmeyenler tarafından sıkça sorulan bir soru vardı: ''Madem ki erkekler ve kadınlar arasında eşit haklar talep ediyosunuz, o zaman kadınlar ve erkeklerin eşit insani potansiyallere sahip olduğunu varsayıyorsunuz. Madem öyle neden bir tane bile kadın Shakespeare, Hamlet veya Hegel çıkmadı?'' Virginia Woolf, William Shakespeare'in Judith Shakespeare adında hayali bir kız kardeşi olduğunu varsayarak, 1928'de yazdığı ''Kendine Ait Bir Oda'da bu soruya cevap veriyor. Judith'in, en az William kadar yetenekli olmasına rağmen, 16. yüzyılda erkek olan Shakespeare gibi evini terk ederek, Londra'ya kaçarak, bir tiyatroda seyislik yaparak, oyun yazmak için mücadele ederek oyun yazarı olamayacağını anlatıyor. 16. yüzyılda bir kadın 20 yaşından gençken zorla evlendirilirdi, insanlarda yazı yazmasına zaten gülerdi, evinden kaçsa bile Londra'ya asla varamazdı, varsa bile hiçbir tiyatro sahibi onu en ufak biçimde ciddiye almazdı. Metnin sadece bir bölümü olan bu kısımda eleştirilen cinsiyetçi bakış, bugün de bizi etkilemekte. ''Madem ki kadınlar bu kadar yetenekli niye kadın siyasetçiler bu kadar az?'' sorusu bize hala sorulmakta. Metnin önemi yalnızca bu cinsiyetçi klişeye cevap vermesinden dolayı değil, 1. Dalga kadın Kurtuluş hareketinin ortaya attığı kimi sorularla çok dolaysız ilişkiler kurmasından da kaynaklanıyor.
Oysa 1870'lerde kadınların insanlığın parçası olup olmadığı tartışılıyordu! Ve hatta olmadığını iddia eden taraflarda vardı! Bir örnek vereyim:
1. Dalga Feminist Hareketi'nin üyelerinden Susan B. Anthony oy kullanmaya gidiyor. Çünkü onun yaşadığı eyalaette belli bir yaşın üzerinde, mülkü olan ve köle olmayan her insan oy kullanabiliyor. O da kendisinin böyle bir insan olduğu gerçeğine dayanarak oy kullanabileceğine inanıyor. Ancak mahkeme ona soruyor: ''Sen insan mısın?'' Bu mahkemenin ardından kamuoyunda bir tartışma başlıyor; toplum Susan B. Anthony'nin şahsında kadınların insan olup olmadığını tartışıyor. Ve hakikatten de toplumun bir bölümü kadınların garabet, eksik ve hayvanla insna arasında bir yaratık olduğunu ''bilimsel'' bir şekilde açıklıyor. Onun yani kadınların insan olduğunu iddia eden diğer toplumsal kesitse bunu çok mahçup bir biçimde yapıyor. Bu noktada günümüzde ilerleme var tabii! Fakat siyasete eşit katılımda sorunlar sürüyor. Esasında o dönemin tüm sorun alanları bazen çok benzeyen bazense farklılaşmış bir biçimde bugün de sürüyor. Okuma-yazma meselesi, son sürat devam ediyor halen, mesela. Virginia Woolf da bund
an bahsediyor. ''Biz kadınlarkendimize dönersek, inanılmaz bir biçimde cahiliz, kendimizi geliştirmek için çabalamıyoruz, durumu kabul etmiş bir haldeyiz ve bu utanç verici'' diyor. Bugün imkanlarımızın daha fazlaolduğu halde varlığını hala koruyan bir sorun bu. Hatta yazı ve teori, genel kabule göre hala erkeklerin egemenlik alanı; biz kadınlar o alana girerken inanılmaz biçimde zorlanıyoruz. Bunda şüphesiz, kadınların da genellikle kendi öznelliklerini kurarken teori, akıl, fikir alanından kaçarak kurdukları meselesi var. Bu durum kadınlara dayatılan öznellik biçimlerinin bir sonucu bir yandan ama bir yandan da feminist hareketin kimi unsurları tarafından dahi tuhaf ve muğlak bir ''kadın tarzı'' yaklaşımıyla bir nevi destekleniyor.